5 Nisan 2007 Perşembe

UZAK





Akşam yatsıdan sonra Veli Baba ahbapları Kırcalı Hüseyin, Arap Kamil, Çolak Emin ve Uzun Ali’yle beraber köyün iki kahvesinden yaşlıların ömür doldurduğu, asma bahçeli, camiye daha yakın olalına gelmişlerdi yine. Çaylar söylenmiş, sohbet başlamış, bağdan bahçeden, o yıl ki ekinden, kara derenin suyunun gittikçe azalmasından, aynalı sazanın kıtlığından, çocukken ne çabuk yakaladıklarından, şimdiki çocukların şanssızlığından, torunlardan, gelinlerden, vefasızlıktan, velhasıl ölenlerden, kalanlardan, Hafize hanımdan (Veli baba’ya anlamlı bakışlarla) daldan dala bir sohbet başlamış, hem eski günler yad edilmiş hem yenilere umut serpilmiş, vakit epey ilerlemişti. Konu yine dönmüş dolaşmış köyün biraz dışında tepelikte kalan mevsimlik işçilere gelmişti.

Neredeyse on senedir gelip giderlerdi köye. Bahar sonuna doğru gelip, çadırlarını kurar, enik encek tarlalarda çalışmaya başlarlardı, önceleri Alman ellerindeki kendi kızı, damadı torunları gibi göçmen olduklarından, yaban ellerde hem iş hem aş aramaya çıktıklarından, köyün geri kalanı gibi hor görmez, yabansılıklarında bir hoşluk bulur, kendini yakın hissederdi . Son senelerde ise hırsızlığın artması, köyün gençleriyle işçilerin arasındaki kavgalar, bu insanlarla aralarındaki uçurumu iyice açmış en sonunda iki karısı, sekiz çocuğu olan bir adamın bir de üstüne köyden körpecik bir kız kaçırmasıyla zirveye tırmanmıştı. Veli Baba’nın içine bir kurt düşmüştü, ya damadı da uçkuruna sahip çıkamayıp bir Alman karısını eve, kızının başına getirip oturtursa diye içi içini yemişti o zamanlar. Neyseki ekin kaldırılmıştı da yakında gideceklerdi. Kaçırılan kız da zaten kendi rızasıyla gittiğini söylemişti.

“Seneye katiyyetle sokmayalım bunları köye, herşey bunlarda mirim, hırsızlık, uğursuzluk hepsi bunlarda” derdi Çolak Emin kendi oğlunun birkaç işçiyle işbirliği yapıp ambarı boşalttığını, sonrada satıp parasını bir güzel meyhanelerde yediğini unutarak. Veli Baba’nın içi sızlar, haksızlık yapıldığının ayırdına varsada birşey demezdi. Ardından Arap Kamil alırdı sazı eline. “Çiğ patlıcan yiyorlar bunlar, vallahi de iki gözümle gördüm, bu kadar görgüzülük mü olur canım, hayvan desen hayvan değil” diye aşağılardı. Sonra Uzun Ali pisliklerinden, yıkanmamalarından dem vurur, işi müslümanlıklarını sorgulamaya hatta bir de hocaya danışmaya kadar vardırır, bu kadarına da pes nidalarıyla sakinlerdi. Ellerin içinde el olmak, ne zor şey diye düşünürdü Veli Baba. Kimselere birşey demezdi. Sonra durum tüm detaylarıyla ortaya konulur, sonuca varıldığı da pek görülmezdi.

Köyün yaşlıları olarak her sene olduğu gibi bu sene de bir daha mevsimlik işçi almamayı konuşuyorlar fakat köydeki gençlerin Balıkesir’de, Bursa’da hiç olmazsa köye yakın Bandırma’da yaşama sevdası yüzünden giderek azalması konusunda birşey yapamıyorlardı.



Bir de Almanya’ya gidenler vardı kendi kızı gibi. Bunlarda her yaz iki hafta ya gelir ya gelmezlerdi. Karısıyla beraber tek kızını, dizinin dibinde gözünün önünde olsun, yaşlılığında bakacak bir soluk olsun diye köy içine vermişlerdi. Şans o ki kocası olacak hayırsız it, bir Almanya sevdasına kapılmış, kızını da iki güzel melek torununu da kapıp götürmüştü. Bir köroğlu bir Ayvaz kalakalmışlar, ertesi sene de hanımı bu dünyadan göçüp bırakıp gitmişti onu. O gün bugündür yapayalnız yaşamaya alışmıştı Veli Baba. Arada bir Almanya’dan gelen iki satır mektupla, iki haftada bir gelen telefonla avunur olmuştu. Lakin neredeyse iki aydır haber alamıyordu kızından da torunlarından da. Kaç senedir düzenli gelen telefonlar birden bıçak gibi kesilmiş, mektuplar gelmez olmuştu. Yapacak birşeyi yoktu, bekliyordu haftalardır, önceleri beslediği kesin dönüş umudu yerini öfkeye, sonrada endişeye ve acılı bir çaresizliğe bırakmıştı. Sonunun ne olduğunu göremediği karanlık bir bulut kaplamış her yanınıda aydınlığa varamıyordu bir türlü.

Masalar birer ikişer boşalmaya yüz tutarken kahvecide boş bardakları toplamaya başladı, Bir an durup bahçedeki hararetli gruba bakıp gülümsedi, her zamanki gibi son dolu masa olduğunu görüp, şaşırmadı.

“Hadi bakalım babalar, evli evine, köylü köyüne” diyerek kalkma vaktinin geldiğini hatırlatırken, grup, birazda bozulan sohbetlerine hayıflanıp homurdanarak yavaştan yerlerinden kalkmış, bastonlarına dayana dayana yollara düşmüştü.

Veli baba’nın evi camiiye uzak değildi allahtan. En azından buna şükür derdi her zaman. Yoksa bu yaşlı haliyle bir de romatizmaları azdı mı iyice çekilmez olurdu . Taşlı yollardan geçerek eve varan son dönemeci de döndüğünde gözü yine karşıdaki mavi boyalı eve takılmıştı. Hafize hanım otururdu bu evde. O da kendisi gibi yalnızdı birkaç senedir. Bayır köyden gelin geldiği zamanı dün gibi hatırlıyordu Hafizenin, ay parçası gibiydi, köyün tüm erkeklerin gönlü akmıştı ama namahrem deyip gülcemaline bakamamıştı kimse utancından. Kocası olacak Donsuz Emin’den daha iyilerine mesela kendisine layık olabilirdi ama gönüldü bu, ya ota ya boka. Bir oğulları olmuştu Hafize ile Emin’in. Elbebek gülbebek büyüttükleri oğullarını askere yollamışlardı. Gece yarısı gelen bir telefonla oğullarının şehit düştüğünü söylemişti komutanlar. Emin kahrolmuş, oracıkta inme inmişti, Hafize hanım 15 sene bakmıştı felçli kocasına, sonra göcüp gitmişti donsuz Emin. Aynı sokakta oturduklarından ve köyde bulunan yegane dullar olduklarından ahbap sohbetlerinde ne zaman Hafize hanımın lafı geçse dostları anlamlı anlamlı göz süzer, bir canyoldaşlığına, ne kadar hasret kaldığını hatırlatırlardı ona.
Hafize hanımda “göç”tü aslında, evlenip gelmiş olsada.. Kızı da..Herkes heryere göç ediyordu bu dünya da.. Gidenler ve kalanlar vardı hep hayatta.. Hiç bir yere gitmese bile, bu dünyadan “göçüp” gitmiyormuydu insan hanımı gibi.. Bu işçilerin ne farkı vardı anlamıyordu.. Bu kadar yüklenmelerini, dışlamalarını ise hiç anlamıyordu. Onları düşündükçe kızını hatırlıyor, yüreğine başka türlü bir ağırlık çöküyor, yaşadıklarını kestirmeye çalışıp kahırlanıyordu..



Mavi boyalı eve dalgın dalgın bakarak ağır aksak geçerken bu sefer farklıydı düşünceleri. Yalnız ve yalnız meraktan kahrolmuş bir yaşlı adamdı şimdi, ne olmuş olabilirdi ki, damadımıydı sebep, taşınmışlarmıydı, başlarına birşey mi gelmişti, kötü birşey olmasa kızı, biricik kuzusu habersiz bıramazdı onu.

“Hayırlara gelir inşallah..”


Sonunda evine vardığında, ağır hareketlerle etrafıda kolaçan edip bahçe kapısını kapadı, gölgelerin arasından evine süzüldü. İki aydır çalmayan vefasız telefona sitemkar bir bakış atarak döşeğinin bulunduğu arka odaya geçti. Kızının geçen yaz telefon numaralarını yazıp eline tutşturduğu buruşuk kağıt, döşeğin başında bir sürahi suyla beraber suçlu suçlu yatıyordu. Kızı giderken “Baba sen arama, ben fırsat buldukça ararım, malum ev hali” deyip şüpheli bir bakış fırlatmış, kızının, yavrusunun hiç de mutlu olmadığını o bakışla anlamıştı.


“Yarabbim ne olabilir ki” diye düşünüp bir off çekti . Hafize hanım geldi aklına yine, hani dedikleri gibi bir can yoldaşı olsaydı yanında daha mı kolay dayanılır olurdu. Hafize hanım’ın kaybettiği oğlunu düşündü, gece yarısı mı aramışlardı..

Çıplak gecenin içinde iç donu ve yün fanilasıyla ayağında çorapları başında takkesi uzandı. Yün yorganın altında dinledi gecenin seslerinini bir süre daha, sonra uyku bastırmaya başlayınca kapadı gözlerini..

Telefon çaldı.

Gecenin sessizliğinde ortalığı çınlatırcasına..

Veli baba kalbi gümbür gümbür açtı gözlerini, bir an idrak edemedi ne olduğunu ve bu yırtıcı sesi. Sonra farkına vardığı anda fırlayıverdi yataktan. Alelacele bastonu arandı. Evet olmuştu sonunda aramıştı kızı,

“Şükür çok şükür..”

Telefon bir daha çaldı.

Telefona doğru yaklaştı ,telefon bir daha çalacaktı ki ahizeyi kaldırdı.

Nefes nefese “Alo” dedi, Durdu, bir ses bir nefes bekliyordu .

“Alo” bu sefer merakla. “Kızım ?” Yok, ses yoktu.. Ne düşüneceğini bilemiyordu, aklından bütün ihtimaller geçmeye başladı, kızı ölmüşmüydü, ya torunları, biri haber verecekti ama kim? Dayanabilir miydi?

“Aloooo??”

Telefon umutlarıyla beraber yüzüne kapandı.Hattın kapalı olduğunu belirten düz bir tınlama sesi kulaklarında çınlıyordu, Veli Baba olduğu yere çöktü, sol kolu uyuşmaya yüzü karıncalanmaya başlamıştı aniden.. Kimdi telefondaki.. Kızı.. Kim vardı orada.. Kim kalacaktı yanında..

Bomboştu içi şimdi, kaybolurken gecenin renkleri, iplerinden boşalmış bir kukla gibi yığıldı soğuk taşlara.. Kolunun acısı yavaş yavaş bedenine yayılırken karar verdi.

Yarın, Hafize hanıma gidecekti.

4 Nisan 2007 Çarşamba

Şanslı Piyango




“Yaşayıp gidiyoruz hanım kızım.Eğer izlediğiniz varsa fimler, tiyatrolar, okuduğunuz varsa romanlar, gazeteler, dergiler, katıldığınız varsa konferanslar, sohbetler, konuştuğunuz ,söyleştiğiniz varsa paneller, gittiğiniz varsa ormanlar, piknikler, yürüdüğünüz varsa sahiller bir yerlerindesinizdir hayatın. Sosyal denir sizin için değil mi? Deforme olmuşsunuzdur az biraz. Bütün çiçekler su ister misali saçıyorsunuzdur varsa enerjinizi. Sayın bilmemkin sizin için bu konuda ne mi söylemek istiyor varsa ilginiz dinlersiniz belki. Müsaade etmenize gerek yok. Akın akın, ılık ılık akmıştır müziği rüzgarın varsa içinize. Fakat ki o şarkılardı hani huzur bulduğunuz değiştirebilir mi evreni varsa merkezinize, Doğru ! Nezaketle sunulmuştu yaşam oysa size. Bu programın varsa yarışmacılarının özenle hazırlanmasını gerektirmez ki koşmaktır zaten aslolan.Halbuki dönülecek bir kulis bile yoktur. Görmüyorum küçüğüm, varsa kalan ömrünüzü özür dilerim, ukalıkla geçirmeyin. Bunları çünkü varsa bile artık görmüyor gözlerim. Şartlar belli, şühedalar belli.Zenginim tabiive her zengin kadar arsız olduğum da söylenebilir. Haa pardon “Nasıl bu kadar zengin oldunuz?” demiştiniz değil mi röportajın başında. Ben yalnız tek soru demiştim. Ama önce “Nasılsınız?” demiştiniz, Ha hay nereden nereye geldim. Ben anlatayım o zaman varsa vaktiniz.

Bir felsefem vardır benim,Türkiyenin en iyi bulaşık, çamaşır, yüzey temizliği ve diğer tüm deterjanları yani bizim şirketin deterjanları varsa evinizde hayat çok kolaydır sizin için, varsa deformasyon anılarınızda, varsa dejenerasyon ruhunuzda, siler, geçer, parlatır, bir hal alacaktır hayat sizin için.

Önce aynalardan başlanmalıdır işe. Mesela varsa salon aynasından başlamalısınız. Hani çok çok misafir göçü alan bir yerdir ya evin salonları, bir çok kiri barındırır bu yüzden aynalar. Önce o tortular çözülmelidir birer birer. Bereket yüzey kaygandır, su da akmaz ya kireç de tutmaz. Bu yüzden varsa karınızı ayartan yakın dostları, mesela bu yüzeylerden rahatça temizlersiniz.Sonra mesela yatakodasının aynasına geçebilirsiniz Her türlü günahı yansıtan bu aynalar, en şehvetli sevişmelerinizden, şefkat dolu oynaşmalarınıza kadar artık tövbe estağfirullah nelere tanık olurlar. Lakin belki yatağınızda varsa akrepler hani o kapıdan, bacadan, kımıl kımıl girerler ya, en mahrem yerlerde hemde ummadık anlarda çıkıverirler sizi sokmak için. Birde yatağınıza kadar süzülmüşlerse sinsi sinsi, sokuverilerler zehirli iğnelerini, alimallah. Karınızın boynundaki varsa kızarıklıklardan anlarsınız ya en acısı neyse işte özellikle bunları silmek için de parlatın aynaları, alın bütün kara gölgeleri üzerlerinden,eritin eritin gitsin üzerindeki koyu kopkoyu renkleri..

Sonra süpürün, toz alın, tozunu alın bütün yüzeylerin. Hatta en değer verdiğiniz cam kenarındaki mor menekşelerininizin yapraklarını bile ovalayın, belki zehirli ve kemikli parmaklar uzanmıştır onlara siz evde yokken. Belki birini koparıp karınızın dalga dalga saçlarına takıp sonra kulağının arkasından öpmüşlerdir ve siz belki varsa gözleriniz yine de görmemişsinizdir, farketmemişsinizdir, çünkü kir zerredir, benektir, oradadır..

Koşunuz efendim, koşunuz, her nokta, her virgül, evde ne varsa ıvır zıvır birbir itinayla bir hüzzam beste okur gibi geçin üzerinden.Köşebucağınız varsa karanlık, varsa yaranız kanayan ve çöreklenmiş hayaletler varsa kanınıza susayan, toplayınız hepsini birbir. Hatta belki rastlarsınız örümcek ağlarına.. Her evde bulunur, siz daha gençsiniz, sizde olmaz belki ama neyse işte mazur görün, onlar örmüşlerdir aylarca ağlarını belki yıllarca arkanızdan.Bakın aslında bunları gereğinden fazla da önem verilmemelidir. Ben mesela artık altmış iki yaşında bir adamım. Ne var yani hayat bu, varsa hayatla ilgiliniz biraz sosyal bir insanım. Hatta geçenlerde duydum sosyopatım biraz. Pat pat yani. Açık açık söylerim ben. O yüzden alınmayın lütfen.

Siz bir gazetecisiniz ama laflarımı da yabana atmayınız lütfen. Ne diyorduk ha evet örümcekler.. Temiz çalışan hayvanlardır aslında. Yavaştırlar, en sinsi köşelere, karanlıklara yuvalandıkları kadar gözünüzün önündeki duvarlarda bile olabilirler, görmezsiniz, görmemezlikten de gelebilirsiniz. Yine de tutmamak lazım efendim. Amerika gibi memleketlerde toz bile yokmuş ki örümcek olsun. Ama varsa bunları yok etmezseniz maazallah bir uçakla kaçabilirler, yanınıza karınızı da alabilirler değil mi?

Temizlediniz mi, bitti mi ? Hayııır….

Şimdi açıyorsunuz süpürgeyi, kırgınlıklar pardon kırıntılar, cam kırıkları, parçalar, kurtçuklar, zerreler ve diğer mahlukatlar karanlık bir boşluktan, bir yılan deliğinden, hafızanızdaki dehlizlerden içeri çekiliyor. Dolaşın her tarafı, evin varsa diğer odalarını, gezin gezin belli olmaz nereden ne çıkacağı. Sonra mutfakmış, banyoymuş dert değil. Daha sonraya artık.

Ne demiştim , her daim temizlik, koskoca holding kurduk, işimiz bu, ayrı.. Mesela bakın yarım saattir sokuyorsunuz burnuma burnuma mikrofonu değil mi hanım kızım, kimbilir ne mikroplar yuvalanmıştır bu musibette. Benim gibi kaç mendebur gerine gerine anlatmıştır size hayatını, laf ebeliği yapmıştır. Ama değil mi ki sosyal insanlarız hepimiz, aynı kefedeyiz, mikroplarla beraber. Çözüm bu efendim, her daim temizlik, kim zarar görmüş temizlikten, kirler, pislikler, tozlar, kumlar, kurtçuklar, örümcekler, akrepler, yılanlar, sırtlanlar, kalleşler, aldatanlar, terkedenler, sırtından bıçaklayanlar .. Hepsi gider.

Varsa karınız mesela, en yakın dostunuzla kaçtıysa uzaklara evi, arındırmak istersiniz bu utanmaz namussuzlardan, kaldıysa kalbinizi boşaltmak belki.. Hatta temizlik yaparken mesela varsa kütüphanede karınızın apar topar kaçarken unuttuğu yeni aldığı bir kitap da elinize geçmiş olabilir. Ne bileyim belki bir piyango bileti çıkar içinden. İkramiye de vurduysa o bilete, deymeyin keyfinize.

Söyle küçüğüm bundan daha keyifli ne olabilir, tertemiz olmuş eviniz, hayattan daha ne istersiniz.

Ee tek soru demiştik, boşa nefes tüketmeyelim artık.. Kapattın mı kayıt cihazını.. Reklamı iyi yaptık mı bari.Ha ha haaa.. Temizleyin gitsin, temizleyin.. Sağlıcakla kalın hanım kızım, sağlıcakla.. “deyip şen bir kahkaha attı. Fötr şapkasını banktan alıp yavaşça başına koydu, fırlayıp ayağa kalktı, yanında aksesuar olarak taşıdığı çok belli olan şemsiyesini neşeyle sallaya sallaya uzaklaşmaya başladı. Arkasından baka kaldım Şanslı Piyango Yönetim Kurumu Başkanı Sayın.. Sayın.. Sahi neydi adı??

26 Şubat 2007 Pazartesi

GARİP BİR HİS

Sitare hanım, yepyeni bir güne açtı gözlerini. Ummadığı kadar güzel, taze bir bahar sabahıydı bu. Kaz tüyü ince yorganını kaldırıp , esneyip gerilerek kalktı yatağından. Pembe tüylü terliklerini giyerek boğazı gören pencereye yürüdü. Gelip geçen gemileri, vapurları, oynaşan martıları, Galata Kulesi’ni, Topkapı Sarayı’nı, yapıldığından beri bir türlü varlığına alışamadığı ve bu ahengi bir bıçak gibi kestiğini düşündüğü, Boğaz Köprüsü’nü şöyle bir süzdükten ve her şeyin her zaman olduğu gibi olduğundan emin olduktan sonra banyoya geçip yüzünü yıkadı. Serin suyu çarptığı buruşuk yüzündeki ıslaklıkla daha da uyandı. Geri dönüp aynanın karşısına geçince şöyle bir kendine baktı ve memnun bir ifadeyle gülümseyip saçlarını firketelerle topladı. İpek sabahlığını üzerine alıp alt kata inmek için yatak odasından çıktı.

Merdivenleri inerken seslendi,

-Zeliha, Zelihaa kızım …

Zeliha koşar adım gelip son basamağı inmesine yardım etti,

- Günaydın, Erkencisiniz bu sabah...

- Günaydın canım, öyle mi oldu, Kahvaltı hazır mı Zelihacım, çok açıkmışım.

Ne zamandır ağzına sayılı lokma koyan hanımının neşesini ve iştahını gören Zeliha mutlu mutlu,

- Hazır hanımım, buyrun. Dedi.

Sitare hanım,

- Canım kahvaltıyı deniz tarafındaki bahçeye alır mısın, hava çok güzel.. diye şakırken birden Eşref Beyi merak edip,

-Eşref Bey uyandı mı? Diye sordu.

Uyuyorsa yukarı çıkıp tıkırtı yaparak onu uyandırmak istemiyordu. Son günlerde enerjisini iyice yitirmişti ve merdiveni çıkmak inmekten daha uzun sürüyordu.

Neredeyse elli beş seneyi devirdikleri evliliklerinde bir kez bile kalbini kırmamış, hayatının her gününü ayrı şenlendirmiş bu İstanbul beyefendisi adamı ilk günkü gibi seviyordu. Ondan bahsettiği her an yüzünde güller açıyordu Sitare hanımın. Holdingin başında geçen yorucu yıllar boyunca bile, yoğun çalışma saatleri sonrasında eve çiçeklerle gelir, onu ihmal ettiğini bildiğini ama dünyanın en anlayışlı kadınına sahip olduğunu söyleyip yanaklarına öpücükler kondurur sonra da onunla saatlerce sohbet ederdi.Emekli olduktan sonra da muhabbetleri artmış, Eşref Bey’in ud merakı, Sitare hanım’ın güzel sesiyle bir de meşk eder olmuşlar mutluluklarına mutluluk katmışlardı.

Yalnız bir süredir Eşref Bey pek suskunlaşmış, günlerini aileden kalma yalının bahçesinde gazetesini eline alıp pipo tüttürerek geçiriyordu. Sitare hanım onu uzaktan uzağa izliyor bu davranışına, uzaklığına bir anlam veremiyordu. Hatta O’ nu göremediği zamanlarda nereye kaybolduğunu bilmiyor ya da anımsamıyordu. Zeliha’yı onca sıkıştırmasına rağmen ondanda tatminkar bile cevap alamıyor iyice huysuzlanıyordu.

Zeliha çok uzun zamandır yanlarındaydı. Bahçıvan Mehmet Efendi, kocası Almanya’ya gidip de Alman bir kadınla evlendikten sonra, ince hastalığa tutulup da genç yaşta kaybettiği kızkardeşinden kalan tek hatırayı ,yeğenini, yanına almak istediğini söylediğinde ailecek Mehmet Efendi’ye destek çıkmışlar, kömür gözlü, kıvırcık saçlı, akıllı mı akıllı bu küçük kızı bağırlarına basmak da hiç gecikmemişlerdi. O da bu sevgiyi ve iyi niyeti karşılıksız bırakmamış hem evin insanı ve sadık bir yardımcı, hem hiç sahip olmadığı kızı, hem de can yoldaşı olmuştu Sitare hanıma. Her zaman yanında yakınında olması güven vermişti. Ayrıca bir süredir fazla göremediği oğlu Can’ın, gelini Nazlı’nın torunu Cansu’nun , hatta Eşref Bey’in aksine o hep yanında, yakınında, attığı her adımda arkasındaydı.

Yalnız bir süredir çözemediği bir haller vardı Zeliha’da da. Sorduğu soruları bazen anlamıyormuş gibi bakıyor, bazen geçiştiriyor, sağda solda onu ağlarken görüyor, nedenini bilemediği bir şekilde dalıp gitmişken yakalıyordu .

Zeliha yine dalmış gibi geldi ona,

-Zeliha’cım, kızım, Eşref Bey diyorum, uyandı mı?

Zeliha duymamazlıktan gelip,

- Kahvaltı bu tarafta hanımım, hadi çayınızı koyalım, deyip salona doğru koluna girdi.

Zeliha’nın bu hali içine dokunduğu için huysuzlanmadan dediğini yaptı, artık daha fazla dayanamayacaktı. Daha öncede sormasına rağmen hep geçiştirmişti Zeliha. Ama artık sıkıntısı neyse öğrenip çözecekti. Bu böyle daha fazla gidemezdi. Zeliha’cığını her ne üzüyorsa daha fazla sürmesine izin veremezdi. Kızın evlilik yaşının da geldiğini fark etmemiş değildi, aşk nedir O da bilirdi. İçinden Zeliha için dua etti. Artık sabah kahvesini dışarıda içerlerdi.

Salona geçtiğinde Eşref Bey’i yemek masasının başında Boğaz’a sırtını vermiş gazetesine dalmış, çayını yudumlarken buldu.

-Günaydın Eşref Bey..

Eşref Bey gülümseyen gözleriyle gözlüklerinin üzerinden bir bakış attı.

-Bu sabah erkencisiniz sanırım.Zeliha’ya kahvaltıyı dışarı hazırlamasını söyledim ama meğer buradaymışsınız. Herhalde o yüzden beni buraya getirmiş olacak.
Arkasına bakıp Zeliha’nın çay koymak için salondan çıktığını görünce sesini alçaltarak,
- Bu kızın bu hallerine çok üzülüyorum. Ama bugün konusacağım artık, dedi.

Eşref Bey gazeteyi elinden bırakıp Sitare hanımı dinleye başladı. Onu onaylar gibi biryandan başını hafif hafif sallıyor, bir yandan gülümsüyordu. Hareketlerinde Sitare hanımı tatmin etmeyen birşeyler vardı. Gözleri kıpırtısız birer benek gibi duruyordu yüzünde. Seyrelmiş ve epey beyazlamış saçlarında pencereden süzülen taze bahar güneşinin ışıltıları yansıyordu. Onu böyle izlerken Sitare hanım’ın aklına bir fikir geldi.

- Eşref Bey ? Ne dersiniz ? Akşam bir yaza merhaba daveti versek, hani eski günlerdeki gibi, çocukların Amerika’dan kesin dönüş yaptığı gün verdiğimiz gibi ? deyip Zeliha’yı unutup anlatmaya başladı.

Ne harika bir gün, ne güzel bir geceydi o. Bütün aile dostlarını, Nazlı’nın ailesini, oğlunun ve gelininin arkadaşlarını, sevdikleri herkesi çağırmışlardı teknedeki sürpriz partiye. Müzik harikaydı, herkes çok şıktı, tekne şıkır şıkır ışıklandırılmış, kocaman bir fenere benzemişti.

Çocukları karşılaması için şoför gönderilmiş, niye karşılamaya kimsenin gelmediğini merak etmesinler diye de katılmaları gereken bir daveti bahane etmişlerdi. Hatırlıyormuydu Eşref Bey..

İşte tamda o gün ki gibi bir davet olmalıydı bu akşamki. Anlattıkça anlatıyor, neşelendikçe yüzünde güller açılıyordu. Kahvaltıdan sonra Ayşegül’ün ailesini arayıp soracaktı ve sırayla tüm dostlarını. Ama önce aşçıyla konuşacaktı. Zeliha’da yardım ederdi kendisine.

Bir taraftan konusup anlatırken bir taraftan da kahvaltıya dalmıştı. Kafasını kaldırdığında az önce Eşref Bey’in oturduğu yerdeki boş sandalye baktı. Bir an durup yavaşlayarak çatalın ucundaki peyniri ağzına attı, boş gözlerle çiğnemeye başladı.

Zeliha pür dikkat izliyordu Sitare hanımı kapının yanından . Sitare hanımın çayını koyduktan sonra kapının yanında sessiz bir köşeye çekilmişti. Ama doktorun dediği gibi hiçbir hareketine müdahale etmiyordu, kendi haline bırakıyor, kendi gerçeğinde yaşamasına göz yumuyordu.

Boş koltuğun arkasındaki pencereden İstanbul parlıyordu, Sitare hanım yerinden kalkıp pencereye gitti, baktı.. baktı. Alabildiğine dalgasız ve durgundu deniz. Teknedeki yanıp sönen ışıklar, beyaz kıyafetleriyle garsonlar, dostları hep biraradaydı.. Oğlu, gelini ve Eşref Bey’in kucağındaki torunu Cansu bir köşede kahkahalarla gülüyorlardı. Müzik yankılanıyordu kulaklarında, keman sesi bütün tekneyi kaplıyor, tatlı bir meltem eşliğinde herkesi sarıp sarmalıyordu.

Dans eden iki kişi gördü kalabalıkta. Erkek kadını kollarına almış, aşk nameleri fısıldıyordu kulağına, Vals miydi yaptıkları yoksa uçuyorlarmıydı mutluluktan belli değildi. Dünyanın en güzel kadınıyla dans ediyorum, seni dünyalar kadar seviyorum demişti Eşref bey.. Sonrasını … Sonrasını bir türlü hatılayamıyordu. Bu anın büyüsü vardı yaşlı kalbinde sadece. Sonrası hiç..

Birden, o gece çok kötü bir kaza olduğuna, tüm ailesini bu kazada kaybettiğine dair bir duygu kapladı içini. Bu kötü hissi kovmaya çalışırcasına başını iki yana salladı. Bir ürperti geçti üzerinden, yalnının bahçesindeki salıncakta sallanan Cansu’yu gördüğünü sandı bir an. Ona el sallamak isterken Cansu salıncaktan inip denize doğru koşmaya başladı. Sonrada kayboldu gitti martıların arasında.

Göz ucuyla yemek masasına baktı başını çevirip, Eşref Bey az önceki boş sandalyede oturmuş gazete okuyordu.

Kapıda ona endişeli gözlerle bakan Zeliha’ya dönüp,
- Zeliha yavrum, aşçıya haber ver buraya gelsin, akşam bir davet veriyoruz teknede. Tıpkı o günkü gibi dedi.

Sonra pencereye döndü yüzünü. Güneş hala parlıyordu ve deniz hala durgundu.

Zeliha’nın gözleri doldu.

16 Şubat 2007 Cuma

Gizli ve Açık

-…gizli ve açık, yerde ve gökte, batıni ve zahiri, madde ve ruh, ve dahi ölümlüler ve dahi ölümsüzler, dervişler, evliyalar, erenler, kıyamet kuşları, ateş cümbüşleri, çakıl taşları, köşe başları, harama tenezzül edenler, helalden başkasına el sürmeyenler, sütü kesikler, kanı bozuklar, ecinniler, ecinniler, ecinniler, alemlerin anahtarı bilcümle mahlukatlar bilsin ki bu karga gözü, kuzu kulağı, fare sidiği, tavşan kanı, kıyametül alamet karışsın karışsın ve pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.

- Amiiin…

- Pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.

- Amiin…

- Pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.

- Amiiin…

-Üç kulhüvallah bir elham okuyun hanımlar, cenabet olan varsa çarpar haa..


“Allahım sen koru yarabbim , Bismillahirrahanirrahim..” diye başladı annemle Firuze teyze mırıldanmaya. Bu, pencereleri ağır, kalın kadife perdelerle çevrilmiş, duvarlarında, köşedeki uyduruk televizyonun üzerinde duran ve ancak dibini aydınlatan mumdan yansıyan gölgelerin oynaştığı kasvetli odada, kendinden büyük sesi olan bu kadından iyice korkmaya başlamış ve dua okumayı bırakmıştım. Buna karşın annemle Firuze teyze başka bir aleme dalmış olmanında heyecanıyla bir sağa bir sola, sallana sallana bitirmişlerdi dualarını. Üstüne bir Ettehiyyatü, bir de Amenerrasulü okuyarak büyünün tutmasını iyiden iyiye sağlama almışlardı.

Şaşkınlıktan donmuş halde anneme bakıyordum. Bu masum ve cahil kadın duruma o kadar iyi adapte olmuştu ki inanamıyordum. Bense bu olayın bu kadar ortasında ve bu kadar dışında olmayı nasıl becerebildiğimi bilmesemde kurulu bir bebek gibi ne denirse yapıyordum. Bu kadit kadın, çapak çapak gözlerini pörtlete pörtlete büyük bir tahta kasede neredeyse bir saattir bitmez tükenmez, anlamlı, anlamsız dualar okuyarak tahta bir tokmakla dövdüğü sıvıyı bana uzatıyordu. Ne yapacağımı bilemez halde bozamsı şeye bakarken Firuze teyzenin bir omuz dürtmesiyle ikisininde gözlerindeki anlamı kavradım.

Hayır, bunu içmemi bekliyor olmazlardı. Evlenmek istemiyor olmamın böyle bir bedeli olamazdı. Kocaman kap yavaş yavaş ağzıma yaklaştırılırken içimden kabaran aynı renkte başka bir şeye engel olamamıştım. Bu şey, giderek büyüyen, kabaran, kaynayan, köpüren ve sonunda taşan bir yanardağ gibi ağzımdan fokur fokur taşarak olduğu gibi kabın içine boşalmış, iki sıvı birbirine karışırken gözlerimin önünde engin bir denize dönüşmüştü. Kabaran dalgaların içinde daha fazla çırpınamadan gördüğüm son mum ışığının ardından derin sulara doğru çekilmiştim.



Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey Firuze teyzenin üzerime eğilmiş kocaman burnu olmuştu. Kendimi bildim bileli nereye sokulacağı belli olmayan bu burun beni hep korkuturdu. Kimi zaman odamın kapısının aralığından, kimi zaman anne babamın yatak odasından , kimi zaman balkon duvarının diğer tarafından, kimi babamın koltuğunun arkasından fırlayıp kendini bilmez halde sağa sola çarpar ama her defasında hedefini bulurdu. Anneme de bana da daha kötüsü babama da bu burundan kaçış yoktu.

İşte yine en özel konularımızdan birinde mevzunun tam ortasında duruyordu. Gözlerimi açmamla beraber geri geri çekilmeye başladı ve ben artık acı gerçekle yüzyüze kaldım. Hala büyücü Bedriye’nin evinde tanımadığım ve benim beceriksizliğim yüzünden sonuçlanmayan boşuna beklenmiş bir saate mi kızsalar, yoksa anlayışla karşılayıp bayılmama mı üzülseler bilemeyen bir sürü başörtülü kadının önünde sereserpe yatıyordum.

Kadınların arasından zar zor görebildiğim annem, kendime geldiğime emin oluktan sonra beni hemen ayağa kaldırdı. Çantamı elime, eşarbımı başıma, mantomu sırtıma verdiği gibi apartopar dışarı çıkarttı. Bir koluma annem girmişti ki Firuze Teyze’de hiç gecikmeden koşup diğer koluma girmekte gecikmedi. Sanki ben yokmuşum ya da çekiştirilmeden götürülmeye yanaşmayan küçük bir çocukmuşum gibi sürüklemeye başladılar.



- Ben sana dedim Firuze, bizim kız yapamaz dedim.

- Yok anam yok, o da büyüdenmiş, Bedriye dedi ya.

- Ne büyüsü be, kızın midesi kaldırmadı, sen hala büyüden diyorsun.

- Yok anlamadın sen komşum, büyüdenmiş. İçmese de kuvvetinin, tutmasının ibaresiymiş.

- Valla içemedi körolasıca, boşuna gitti yüz elli milyon. Ah ben o parayı kaç pazardan arttırdığımla biriktirdim. Rezil etti beni bu kız ah…

- Ay yok öyle deme, tutmuştur tutmuş, içini ferah tut sen.

- Ayol hala aynı şeyi söylüyorsun, kızın midesi kaldırmadı diyorum içemedi, sen hala tuttu diyosun. Firuze sen git de o büyüyü… fesubanallaaah..

- Aaa ne kızıyorsun be, iyilik de yaramıyor sana. Ama ne lazım uğraşmayacaksın, İyilikten maraz doğar demişler. Hem sen ne demek istiyorsun bakiim öyle kendine yap falan. Bunca yıllık komşuyuz şurda. Ben evlenmediysem senin kız gibi senede bir talibim çıktığından değil, ben beğenmedim kimseleri ben…

- Aaa yettin ama Firuze, nesi var gül gibi kızımın, hiç böyle demiyordun şimdiye kadar, seni terbiyesiz. Ahın gitmiş vahın kalmış. Kendisiyle karşılaştırıyor utanmadan.

- Asıl sen ne diyorsun öyle, hep kıskanırdım gençken güzelliğimi nasıl unuttun. Cümle alem biliyor senin ne zilli olduğunu.

- Nee… Münasebetsiz kadın… Ne kıskanması. Sen nediyorsun? O hokka gibi burnunla kim alırdı seni hem?

- Kıskanç kadın, hep kıskandın beni zaten. Burnuma nasıl kulp buluyorsun utanmaz. Beğenen beğendi de zamanında ben elimin tersiyle ittim hep.

- Ay ne beğenmesi benimki gece seni görüyormuş, korkudan saklanacak delik arıyormuş, diyerek şuh bir kahkaha attı annem.

- Senin ki mi? Koynuma girerken öyle demiyor ama!!



Annem kan beynine çıkmış tam bir şey söyleyecekken kıpkırmızı suratıyla ağzına birden tıpa kapanmış gibi kalakaldı. Aklından geçenler mi, yılların endişesimi, görmemezlikten gelmekten mi, utanmaktan mı, kızmaktan mı ya da bunlardan her birinin üstünden her adım yuvarlanmaktan mı bilinmez önüne yavaş yavaş döndü, fakat adımlarını hızlandırdı.Renkten renge giriyordu , her duygu yanaklarında bir tokat gibi patlatıyor, tombul yanakları kanlandıkça kanlanıyordu. Yılların şüphesi su yüzüne mi çıkmıştı, yoksa bana mı öyle geldi bilinmez asker adımlarıyla pür telaş eve doğru koşturuyorduk.


Firuze teyze ağzından çıkan tek bir cümleyle dağılan bu üçlü dayanışma grubundan koparsa bütün hayatı dağılacakmışcasına sıkı sıkı tutuyordu kolumu. Anneme de ayak uyduruyordu. Burunsa küçülüyordu sanki giderek Firuze teyzeyle birlikte.

Annemi tanıyorsam otuz beş senesini verdiği bu yerden bitme, gavurdan dönme koca müsvettesinin defterini dürmeye gidiyordu. Kıpır kıpır kıpırdayan gözleriyle eğik başını kaldırdığı anda babamın muhakemesi tamamlanmış ve cezası kesilmiş olmalıydı ki aynı anda kendimizi evin kapsında bulduk.

Babam ayak seslerimizi duymuş, dışarı çıkmıştı. Şaşkın gözlerle bize şöyle bir göz attı ve hiç bir şey demeden anneme biraz yanaşıp ,

- Neredesiniz yahu, içeride dolu misafir var. Dedi.

Annem ne dese, babamı hangi ara boğsa diye düşünüyor olmalıydı ki tam ağzını açacakken babam atıldı. Bana ve Firuze teyzeye de bir bakış fırlatarak ve suratında zevkten dört köşe bir ifadeyle sırıtarak.

- Görücü geldi hanım, görücü. Hani şu Firuze’nin uzak dayısının oğlumuymuş neymiş, onlar geldi işte. Oğlan kuyumcu, pek yakışıklı, aslan gibi.Hem ne bu haliniz toplanın, kendinize gelin, yalnız bırakmayalım misafirlerimizi.

Babam bana son bir çapkın bakış fırlatıp içeri daldı.
Biz de gizli ve açık, yerde ve gökte, batıni ve zahiri, madde ve ruh, ve dahi ölümlüler ve dahi ölümsüzlerle beraber dışarıda. pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.

Annemden bir Amin duyuldu.



Betül Önlem
Şubat, 2007

21 Aralık 2006 Perşembe

Göle Maya Çalmak..

-Göle maya çalmak işte..
-Ne o?
-Hayat.. göle maya çalmak gibi be Hulusi..
-Neden yahu?
-Bana bir bak mirim.. Doğdum, anam babam, kardeşlerim, dağ taş, onca arazi, çiftlik..
Sonra biliyorsun en büyük çocuktum ben, Ağaydım. Ağaydım ya bir zamanlar.. hayal gibi..
Sonra askerlik, komutanlar pek severlerdi. Annem kazan kazan keşkek yollardı onlara..
Dönüşte evlendim, dört çocuk oldu.. Gülüş cümbüştü hayat.
-Eee ?..
-Ee si diyeceğim o ki . Geçen sene hanımı kaybettik. Çocuklar yok. Biri amerikada, biri Almanya da, biri milletvekili oldu biliyorsun, diğeri ne arar ne sorar.. boş gezenin boş kalfası, yazarmıymış neymiş. Şimdi burada böyle iki ihtiyar Sapanca'ya bakıp iç geçiriyoruz. Ben alışamayacağım bu huzurevine. Tek sen kaldın Hulusi. Havalarda iyice soğudu mu ne Hulusi? Hanım olsa, birer çetik ördürürdük de bütün kışı sımsıcacık geçirirdik. Hanım olsaydı, şimdi senin gibi her bulduğu yerde uyuklayıp duran miskin bir ihtiyarla ahbaplık etmezdim..he he hee... Hiç birşeyin mayası tutmuyor bu hayatta .. herşey geçiyor.. hiç birşey kalmıyor yanında.. Belki iki ihtiyar bir maya tuttururuz senle be Hulusi?
-....
-Hulusi?
-...
-Bu soğukta nasıl uyudun be miskin?!...
-...
-HULUSİ?

8 Aralık 2006 Cuma

ALTKİTAP

Görsel ve bedava kitaplar mı dediniz...

http://www.altkitap.com/

Gökdelen




Tahsin Yücel'in son kitabı..
Yıl 2073, Yer İstanbul..


Sizce nasıl olacak İstanbul, Türkiye, 2073 'de ? Tahsin Yücel bu soruyu kendince cevaplamaya çalışmış. İnsanın en temel hakkının savunucusu olan"Yargı" nın bile satılabileceği bir Türkiye olacağı sonucuna varmış. Belki de sonumuzun nerelere varacağını göstermeye çalışmış.

Diğer kitaplarına göre daha fantastik olmasına karşın tamamen de gerçeklikten kopmuş değil.
Bununla birlikte diğer Tahsin Yücel kitapları gibi bu kitapta da ikilemler ve ironi hakim. Kitap bir kar topunun tepeden aşağı yuvarlanarak çığa dönüşmesi gibi ilerliyor, sizde sonunu düşünmeksizin ona kapılıveriyorsunuz. Bu hız gerek karakterlerin önemli dönemeçlerde keskinleşememesi, gerek kurgudaki bazı boşlukları görmezden gelmenizi sağlıyor.

Sistemin tam da ortasında bulunan ve sisteme hizmet eden çok ünlü bir Avukat olan Can Tezcan aynı zamanda eski solcu, en yakın arkadaşları hala dönemin ve çağın çok gerisinde kalmış solcular. Onları kurtarmak ve insanlığa daha iyi hizmet etmek içinse Yargının satılması sürecini başlatıyor. Yargı para babalarının eline geçtiğinde ve başbakan tarafından kullanılıp bir tarafa bırakıldığında ise elleriyle kulurduğu sistemi yıkmaya kalkıyor.. Kitabın sonu daha da ütopik.. Ama tabiiki söylemiyorum. :))

Okumak lazım... Kaçırmayın..