26 Şubat 2007 Pazartesi

GARİP BİR HİS

Sitare hanım, yepyeni bir güne açtı gözlerini. Ummadığı kadar güzel, taze bir bahar sabahıydı bu. Kaz tüyü ince yorganını kaldırıp , esneyip gerilerek kalktı yatağından. Pembe tüylü terliklerini giyerek boğazı gören pencereye yürüdü. Gelip geçen gemileri, vapurları, oynaşan martıları, Galata Kulesi’ni, Topkapı Sarayı’nı, yapıldığından beri bir türlü varlığına alışamadığı ve bu ahengi bir bıçak gibi kestiğini düşündüğü, Boğaz Köprüsü’nü şöyle bir süzdükten ve her şeyin her zaman olduğu gibi olduğundan emin olduktan sonra banyoya geçip yüzünü yıkadı. Serin suyu çarptığı buruşuk yüzündeki ıslaklıkla daha da uyandı. Geri dönüp aynanın karşısına geçince şöyle bir kendine baktı ve memnun bir ifadeyle gülümseyip saçlarını firketelerle topladı. İpek sabahlığını üzerine alıp alt kata inmek için yatak odasından çıktı.

Merdivenleri inerken seslendi,

-Zeliha, Zelihaa kızım …

Zeliha koşar adım gelip son basamağı inmesine yardım etti,

- Günaydın, Erkencisiniz bu sabah...

- Günaydın canım, öyle mi oldu, Kahvaltı hazır mı Zelihacım, çok açıkmışım.

Ne zamandır ağzına sayılı lokma koyan hanımının neşesini ve iştahını gören Zeliha mutlu mutlu,

- Hazır hanımım, buyrun. Dedi.

Sitare hanım,

- Canım kahvaltıyı deniz tarafındaki bahçeye alır mısın, hava çok güzel.. diye şakırken birden Eşref Beyi merak edip,

-Eşref Bey uyandı mı? Diye sordu.

Uyuyorsa yukarı çıkıp tıkırtı yaparak onu uyandırmak istemiyordu. Son günlerde enerjisini iyice yitirmişti ve merdiveni çıkmak inmekten daha uzun sürüyordu.

Neredeyse elli beş seneyi devirdikleri evliliklerinde bir kez bile kalbini kırmamış, hayatının her gününü ayrı şenlendirmiş bu İstanbul beyefendisi adamı ilk günkü gibi seviyordu. Ondan bahsettiği her an yüzünde güller açıyordu Sitare hanımın. Holdingin başında geçen yorucu yıllar boyunca bile, yoğun çalışma saatleri sonrasında eve çiçeklerle gelir, onu ihmal ettiğini bildiğini ama dünyanın en anlayışlı kadınına sahip olduğunu söyleyip yanaklarına öpücükler kondurur sonra da onunla saatlerce sohbet ederdi.Emekli olduktan sonra da muhabbetleri artmış, Eşref Bey’in ud merakı, Sitare hanım’ın güzel sesiyle bir de meşk eder olmuşlar mutluluklarına mutluluk katmışlardı.

Yalnız bir süredir Eşref Bey pek suskunlaşmış, günlerini aileden kalma yalının bahçesinde gazetesini eline alıp pipo tüttürerek geçiriyordu. Sitare hanım onu uzaktan uzağa izliyor bu davranışına, uzaklığına bir anlam veremiyordu. Hatta O’ nu göremediği zamanlarda nereye kaybolduğunu bilmiyor ya da anımsamıyordu. Zeliha’yı onca sıkıştırmasına rağmen ondanda tatminkar bile cevap alamıyor iyice huysuzlanıyordu.

Zeliha çok uzun zamandır yanlarındaydı. Bahçıvan Mehmet Efendi, kocası Almanya’ya gidip de Alman bir kadınla evlendikten sonra, ince hastalığa tutulup da genç yaşta kaybettiği kızkardeşinden kalan tek hatırayı ,yeğenini, yanına almak istediğini söylediğinde ailecek Mehmet Efendi’ye destek çıkmışlar, kömür gözlü, kıvırcık saçlı, akıllı mı akıllı bu küçük kızı bağırlarına basmak da hiç gecikmemişlerdi. O da bu sevgiyi ve iyi niyeti karşılıksız bırakmamış hem evin insanı ve sadık bir yardımcı, hem hiç sahip olmadığı kızı, hem de can yoldaşı olmuştu Sitare hanıma. Her zaman yanında yakınında olması güven vermişti. Ayrıca bir süredir fazla göremediği oğlu Can’ın, gelini Nazlı’nın torunu Cansu’nun , hatta Eşref Bey’in aksine o hep yanında, yakınında, attığı her adımda arkasındaydı.

Yalnız bir süredir çözemediği bir haller vardı Zeliha’da da. Sorduğu soruları bazen anlamıyormuş gibi bakıyor, bazen geçiştiriyor, sağda solda onu ağlarken görüyor, nedenini bilemediği bir şekilde dalıp gitmişken yakalıyordu .

Zeliha yine dalmış gibi geldi ona,

-Zeliha’cım, kızım, Eşref Bey diyorum, uyandı mı?

Zeliha duymamazlıktan gelip,

- Kahvaltı bu tarafta hanımım, hadi çayınızı koyalım, deyip salona doğru koluna girdi.

Zeliha’nın bu hali içine dokunduğu için huysuzlanmadan dediğini yaptı, artık daha fazla dayanamayacaktı. Daha öncede sormasına rağmen hep geçiştirmişti Zeliha. Ama artık sıkıntısı neyse öğrenip çözecekti. Bu böyle daha fazla gidemezdi. Zeliha’cığını her ne üzüyorsa daha fazla sürmesine izin veremezdi. Kızın evlilik yaşının da geldiğini fark etmemiş değildi, aşk nedir O da bilirdi. İçinden Zeliha için dua etti. Artık sabah kahvesini dışarıda içerlerdi.

Salona geçtiğinde Eşref Bey’i yemek masasının başında Boğaz’a sırtını vermiş gazetesine dalmış, çayını yudumlarken buldu.

-Günaydın Eşref Bey..

Eşref Bey gülümseyen gözleriyle gözlüklerinin üzerinden bir bakış attı.

-Bu sabah erkencisiniz sanırım.Zeliha’ya kahvaltıyı dışarı hazırlamasını söyledim ama meğer buradaymışsınız. Herhalde o yüzden beni buraya getirmiş olacak.
Arkasına bakıp Zeliha’nın çay koymak için salondan çıktığını görünce sesini alçaltarak,
- Bu kızın bu hallerine çok üzülüyorum. Ama bugün konusacağım artık, dedi.

Eşref Bey gazeteyi elinden bırakıp Sitare hanımı dinleye başladı. Onu onaylar gibi biryandan başını hafif hafif sallıyor, bir yandan gülümsüyordu. Hareketlerinde Sitare hanımı tatmin etmeyen birşeyler vardı. Gözleri kıpırtısız birer benek gibi duruyordu yüzünde. Seyrelmiş ve epey beyazlamış saçlarında pencereden süzülen taze bahar güneşinin ışıltıları yansıyordu. Onu böyle izlerken Sitare hanım’ın aklına bir fikir geldi.

- Eşref Bey ? Ne dersiniz ? Akşam bir yaza merhaba daveti versek, hani eski günlerdeki gibi, çocukların Amerika’dan kesin dönüş yaptığı gün verdiğimiz gibi ? deyip Zeliha’yı unutup anlatmaya başladı.

Ne harika bir gün, ne güzel bir geceydi o. Bütün aile dostlarını, Nazlı’nın ailesini, oğlunun ve gelininin arkadaşlarını, sevdikleri herkesi çağırmışlardı teknedeki sürpriz partiye. Müzik harikaydı, herkes çok şıktı, tekne şıkır şıkır ışıklandırılmış, kocaman bir fenere benzemişti.

Çocukları karşılaması için şoför gönderilmiş, niye karşılamaya kimsenin gelmediğini merak etmesinler diye de katılmaları gereken bir daveti bahane etmişlerdi. Hatırlıyormuydu Eşref Bey..

İşte tamda o gün ki gibi bir davet olmalıydı bu akşamki. Anlattıkça anlatıyor, neşelendikçe yüzünde güller açılıyordu. Kahvaltıdan sonra Ayşegül’ün ailesini arayıp soracaktı ve sırayla tüm dostlarını. Ama önce aşçıyla konuşacaktı. Zeliha’da yardım ederdi kendisine.

Bir taraftan konusup anlatırken bir taraftan da kahvaltıya dalmıştı. Kafasını kaldırdığında az önce Eşref Bey’in oturduğu yerdeki boş sandalye baktı. Bir an durup yavaşlayarak çatalın ucundaki peyniri ağzına attı, boş gözlerle çiğnemeye başladı.

Zeliha pür dikkat izliyordu Sitare hanımı kapının yanından . Sitare hanımın çayını koyduktan sonra kapının yanında sessiz bir köşeye çekilmişti. Ama doktorun dediği gibi hiçbir hareketine müdahale etmiyordu, kendi haline bırakıyor, kendi gerçeğinde yaşamasına göz yumuyordu.

Boş koltuğun arkasındaki pencereden İstanbul parlıyordu, Sitare hanım yerinden kalkıp pencereye gitti, baktı.. baktı. Alabildiğine dalgasız ve durgundu deniz. Teknedeki yanıp sönen ışıklar, beyaz kıyafetleriyle garsonlar, dostları hep biraradaydı.. Oğlu, gelini ve Eşref Bey’in kucağındaki torunu Cansu bir köşede kahkahalarla gülüyorlardı. Müzik yankılanıyordu kulaklarında, keman sesi bütün tekneyi kaplıyor, tatlı bir meltem eşliğinde herkesi sarıp sarmalıyordu.

Dans eden iki kişi gördü kalabalıkta. Erkek kadını kollarına almış, aşk nameleri fısıldıyordu kulağına, Vals miydi yaptıkları yoksa uçuyorlarmıydı mutluluktan belli değildi. Dünyanın en güzel kadınıyla dans ediyorum, seni dünyalar kadar seviyorum demişti Eşref bey.. Sonrasını … Sonrasını bir türlü hatılayamıyordu. Bu anın büyüsü vardı yaşlı kalbinde sadece. Sonrası hiç..

Birden, o gece çok kötü bir kaza olduğuna, tüm ailesini bu kazada kaybettiğine dair bir duygu kapladı içini. Bu kötü hissi kovmaya çalışırcasına başını iki yana salladı. Bir ürperti geçti üzerinden, yalnının bahçesindeki salıncakta sallanan Cansu’yu gördüğünü sandı bir an. Ona el sallamak isterken Cansu salıncaktan inip denize doğru koşmaya başladı. Sonrada kayboldu gitti martıların arasında.

Göz ucuyla yemek masasına baktı başını çevirip, Eşref Bey az önceki boş sandalyede oturmuş gazete okuyordu.

Kapıda ona endişeli gözlerle bakan Zeliha’ya dönüp,
- Zeliha yavrum, aşçıya haber ver buraya gelsin, akşam bir davet veriyoruz teknede. Tıpkı o günkü gibi dedi.

Sonra pencereye döndü yüzünü. Güneş hala parlıyordu ve deniz hala durgundu.

Zeliha’nın gözleri doldu.

16 Şubat 2007 Cuma

Gizli ve Açık

-…gizli ve açık, yerde ve gökte, batıni ve zahiri, madde ve ruh, ve dahi ölümlüler ve dahi ölümsüzler, dervişler, evliyalar, erenler, kıyamet kuşları, ateş cümbüşleri, çakıl taşları, köşe başları, harama tenezzül edenler, helalden başkasına el sürmeyenler, sütü kesikler, kanı bozuklar, ecinniler, ecinniler, ecinniler, alemlerin anahtarı bilcümle mahlukatlar bilsin ki bu karga gözü, kuzu kulağı, fare sidiği, tavşan kanı, kıyametül alamet karışsın karışsın ve pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.

- Amiiin…

- Pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.

- Amiin…

- Pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.

- Amiiin…

-Üç kulhüvallah bir elham okuyun hanımlar, cenabet olan varsa çarpar haa..


“Allahım sen koru yarabbim , Bismillahirrahanirrahim..” diye başladı annemle Firuze teyze mırıldanmaya. Bu, pencereleri ağır, kalın kadife perdelerle çevrilmiş, duvarlarında, köşedeki uyduruk televizyonun üzerinde duran ve ancak dibini aydınlatan mumdan yansıyan gölgelerin oynaştığı kasvetli odada, kendinden büyük sesi olan bu kadından iyice korkmaya başlamış ve dua okumayı bırakmıştım. Buna karşın annemle Firuze teyze başka bir aleme dalmış olmanında heyecanıyla bir sağa bir sola, sallana sallana bitirmişlerdi dualarını. Üstüne bir Ettehiyyatü, bir de Amenerrasulü okuyarak büyünün tutmasını iyiden iyiye sağlama almışlardı.

Şaşkınlıktan donmuş halde anneme bakıyordum. Bu masum ve cahil kadın duruma o kadar iyi adapte olmuştu ki inanamıyordum. Bense bu olayın bu kadar ortasında ve bu kadar dışında olmayı nasıl becerebildiğimi bilmesemde kurulu bir bebek gibi ne denirse yapıyordum. Bu kadit kadın, çapak çapak gözlerini pörtlete pörtlete büyük bir tahta kasede neredeyse bir saattir bitmez tükenmez, anlamlı, anlamsız dualar okuyarak tahta bir tokmakla dövdüğü sıvıyı bana uzatıyordu. Ne yapacağımı bilemez halde bozamsı şeye bakarken Firuze teyzenin bir omuz dürtmesiyle ikisininde gözlerindeki anlamı kavradım.

Hayır, bunu içmemi bekliyor olmazlardı. Evlenmek istemiyor olmamın böyle bir bedeli olamazdı. Kocaman kap yavaş yavaş ağzıma yaklaştırılırken içimden kabaran aynı renkte başka bir şeye engel olamamıştım. Bu şey, giderek büyüyen, kabaran, kaynayan, köpüren ve sonunda taşan bir yanardağ gibi ağzımdan fokur fokur taşarak olduğu gibi kabın içine boşalmış, iki sıvı birbirine karışırken gözlerimin önünde engin bir denize dönüşmüştü. Kabaran dalgaların içinde daha fazla çırpınamadan gördüğüm son mum ışığının ardından derin sulara doğru çekilmiştim.



Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey Firuze teyzenin üzerime eğilmiş kocaman burnu olmuştu. Kendimi bildim bileli nereye sokulacağı belli olmayan bu burun beni hep korkuturdu. Kimi zaman odamın kapısının aralığından, kimi zaman anne babamın yatak odasından , kimi zaman balkon duvarının diğer tarafından, kimi babamın koltuğunun arkasından fırlayıp kendini bilmez halde sağa sola çarpar ama her defasında hedefini bulurdu. Anneme de bana da daha kötüsü babama da bu burundan kaçış yoktu.

İşte yine en özel konularımızdan birinde mevzunun tam ortasında duruyordu. Gözlerimi açmamla beraber geri geri çekilmeye başladı ve ben artık acı gerçekle yüzyüze kaldım. Hala büyücü Bedriye’nin evinde tanımadığım ve benim beceriksizliğim yüzünden sonuçlanmayan boşuna beklenmiş bir saate mi kızsalar, yoksa anlayışla karşılayıp bayılmama mı üzülseler bilemeyen bir sürü başörtülü kadının önünde sereserpe yatıyordum.

Kadınların arasından zar zor görebildiğim annem, kendime geldiğime emin oluktan sonra beni hemen ayağa kaldırdı. Çantamı elime, eşarbımı başıma, mantomu sırtıma verdiği gibi apartopar dışarı çıkarttı. Bir koluma annem girmişti ki Firuze Teyze’de hiç gecikmeden koşup diğer koluma girmekte gecikmedi. Sanki ben yokmuşum ya da çekiştirilmeden götürülmeye yanaşmayan küçük bir çocukmuşum gibi sürüklemeye başladılar.



- Ben sana dedim Firuze, bizim kız yapamaz dedim.

- Yok anam yok, o da büyüdenmiş, Bedriye dedi ya.

- Ne büyüsü be, kızın midesi kaldırmadı, sen hala büyüden diyorsun.

- Yok anlamadın sen komşum, büyüdenmiş. İçmese de kuvvetinin, tutmasının ibaresiymiş.

- Valla içemedi körolasıca, boşuna gitti yüz elli milyon. Ah ben o parayı kaç pazardan arttırdığımla biriktirdim. Rezil etti beni bu kız ah…

- Ay yok öyle deme, tutmuştur tutmuş, içini ferah tut sen.

- Ayol hala aynı şeyi söylüyorsun, kızın midesi kaldırmadı diyorum içemedi, sen hala tuttu diyosun. Firuze sen git de o büyüyü… fesubanallaaah..

- Aaa ne kızıyorsun be, iyilik de yaramıyor sana. Ama ne lazım uğraşmayacaksın, İyilikten maraz doğar demişler. Hem sen ne demek istiyorsun bakiim öyle kendine yap falan. Bunca yıllık komşuyuz şurda. Ben evlenmediysem senin kız gibi senede bir talibim çıktığından değil, ben beğenmedim kimseleri ben…

- Aaa yettin ama Firuze, nesi var gül gibi kızımın, hiç böyle demiyordun şimdiye kadar, seni terbiyesiz. Ahın gitmiş vahın kalmış. Kendisiyle karşılaştırıyor utanmadan.

- Asıl sen ne diyorsun öyle, hep kıskanırdım gençken güzelliğimi nasıl unuttun. Cümle alem biliyor senin ne zilli olduğunu.

- Nee… Münasebetsiz kadın… Ne kıskanması. Sen nediyorsun? O hokka gibi burnunla kim alırdı seni hem?

- Kıskanç kadın, hep kıskandın beni zaten. Burnuma nasıl kulp buluyorsun utanmaz. Beğenen beğendi de zamanında ben elimin tersiyle ittim hep.

- Ay ne beğenmesi benimki gece seni görüyormuş, korkudan saklanacak delik arıyormuş, diyerek şuh bir kahkaha attı annem.

- Senin ki mi? Koynuma girerken öyle demiyor ama!!



Annem kan beynine çıkmış tam bir şey söyleyecekken kıpkırmızı suratıyla ağzına birden tıpa kapanmış gibi kalakaldı. Aklından geçenler mi, yılların endişesimi, görmemezlikten gelmekten mi, utanmaktan mı, kızmaktan mı ya da bunlardan her birinin üstünden her adım yuvarlanmaktan mı bilinmez önüne yavaş yavaş döndü, fakat adımlarını hızlandırdı.Renkten renge giriyordu , her duygu yanaklarında bir tokat gibi patlatıyor, tombul yanakları kanlandıkça kanlanıyordu. Yılların şüphesi su yüzüne mi çıkmıştı, yoksa bana mı öyle geldi bilinmez asker adımlarıyla pür telaş eve doğru koşturuyorduk.


Firuze teyze ağzından çıkan tek bir cümleyle dağılan bu üçlü dayanışma grubundan koparsa bütün hayatı dağılacakmışcasına sıkı sıkı tutuyordu kolumu. Anneme de ayak uyduruyordu. Burunsa küçülüyordu sanki giderek Firuze teyzeyle birlikte.

Annemi tanıyorsam otuz beş senesini verdiği bu yerden bitme, gavurdan dönme koca müsvettesinin defterini dürmeye gidiyordu. Kıpır kıpır kıpırdayan gözleriyle eğik başını kaldırdığı anda babamın muhakemesi tamamlanmış ve cezası kesilmiş olmalıydı ki aynı anda kendimizi evin kapsında bulduk.

Babam ayak seslerimizi duymuş, dışarı çıkmıştı. Şaşkın gözlerle bize şöyle bir göz attı ve hiç bir şey demeden anneme biraz yanaşıp ,

- Neredesiniz yahu, içeride dolu misafir var. Dedi.

Annem ne dese, babamı hangi ara boğsa diye düşünüyor olmalıydı ki tam ağzını açacakken babam atıldı. Bana ve Firuze teyzeye de bir bakış fırlatarak ve suratında zevkten dört köşe bir ifadeyle sırıtarak.

- Görücü geldi hanım, görücü. Hani şu Firuze’nin uzak dayısının oğlumuymuş neymiş, onlar geldi işte. Oğlan kuyumcu, pek yakışıklı, aslan gibi.Hem ne bu haliniz toplanın, kendinize gelin, yalnız bırakmayalım misafirlerimizi.

Babam bana son bir çapkın bakış fırlatıp içeri daldı.
Biz de gizli ve açık, yerde ve gökte, batıni ve zahiri, madde ve ruh, ve dahi ölümlüler ve dahi ölümsüzlerle beraber dışarıda. pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.

Annemden bir Amin duyuldu.



Betül Önlem
Şubat, 2007